19 Nisan 2024 Cuma

Adres : Dallas Berberi – Akçaabat

30 Kasım 2016
0 Yorum Yapıldı Yorum Yaz
Adres : Dallas Berberi – Akçaabat

Denize düşen

Bir oyuncaktır Kız Kulesi.

Soruyorum berber koltuğundan

İki ayna arasında

Akıp giden görüntüme,

Şair olanımız hangisi?

Sunay Akın

 

dallas

Bu dünya ile ruhlar alemi arasındaki sınırı bilir misiniz?

Peki, bu aleme açılan pencereyi?

Gün boyu içten içe beni kemiren ve bir türlü adını koyamadığım, sebebini bilemediğim bir iç sıkıntı ile dolaştım durdum, Akçaabat’ın arnavut kaldırımlı ıslak sokaklarını. Her sokağı denize açılan ilçeyi baştan başa dolaştım ama nafile. Arttıkça artıyordu içimde sıkıntı. Bundan kurtulmamın en iyi yolu ise, her zaman yaptığım gibi berber koltuğunda başımı bir berbere emanet etmekti. Çok güvenirim berberlere, öyle olmasa nasıl emanet ederdim ki elindeki usturaya yüzümü. Bazen düşünmüyor da değilim, o ustura çenemden beş santim aşağıya kaysa… Düşünürken bile insanın içini bir korku dalgası sarıyor.

Sürekli gittiğim berberin olduğu sokağa doğru yürümeye başladım bu kez. Çocukken babam, alabuluz traşımı da bu berberde yaptırırdı. Otuz yıldan fazla bir zamandır tanırım kendisini. Sanırım bu güven meselesine sadece ben değil, birçok insan takıntılı. Öyle olmasa, insanlar neden hep aynı berbere gitsin ki. Berberimin adı da çok romantiktir. Televizyonun siyah beyaz olduğu dönemde, insanları televizyon karşısına kilitleyen meşhur bir dizi vardı. Kötü adam Ceyar, iyi adam Bobby. Hayattan keyif almayan Sue Ellin. Ve daha birçoğu. Petrol zengini Ewing ailesinin hayatını, ihtiraslarını, karmaşasını ve daha birçok karakterini işliyordu bu dizi film. Bizim berberimiz de adını buradan alıyordu. Dallas…

Küçük kasabalarda berberler bir nevi toplanma yeridir de. O zamanlar bugünün teknolojisi olmadığı için bir gün öncesinden ertesi günün buluşma saatini belirlerdik. Yer ise hep aynı. Dallas Berberi.

Berber kapısını itip, içeriye giriyorum. İlk dikkatimi burnuma gelen o tanıdık koku çekiyor. Bazı mekânların ruhu vardır. Bazı mekânlar kendi fotoğraflarını kokularıyla, eşyalarıyla, o mekan sahiplerinin güler yüzleriyle çekerler. Bazı mekânlar vardır, geçmiş ile gelecek arasında kalabilme mücadelesini veren birer devrimcidirler. Burası da öyle bir mekân işte. Nasıl oluyor da otuz yılı aşkın bir süredir aynı kadim koku küçücük odanın içerisinde kalabiliyor. Pudra ve tıraş sabunu kokusu ve tabiki limon kolonyasının aroması.

Selam verir vermez, gülen iki gözün eşliğinde karşılıklı nasılsın faslına geçiyoruz. Böyledir Halil Ağabey, içine dünyanın mutlulukları kaçmıştır ve tüketmek ister onu sizinle paylaşarak. Köşede duran koltuğa davet ediyor beni, berber koltuğundaki müşterisi ile az işi kaldığını söyleyerek. Oturuyorum. Daha çok Dallas dönemlerinde moda olan bir çekyat bu. Zaten oraya da bu yakışır. Gerçi dizi siyah beyazdı, çekyat renkli. Sonra dizi renkli oldu, çek yat siyah beyaz. Yıllar rengini alıp götürmüştü. Hangimizin rengini alıp götürmüyordu ki. Siyah olarak kesilmeye başlayan saç ve sakal şimdi beyazlar eşliğinde kesiliyordu. “Çay içer misin” davetini bekliyordum ki, kapı açıldı ve kahveci çırağı elinde çay ile içeri girdi. Bir taraftan müşterisinin başını yıkarken, diğer taraftan da aynadan bana bakarak gülümsüyordu. Kaşla göz arasında çayı ne zaman söylemişti anlayamadım.

Çay her zamanki gibi, süzgeç kullanılmadan doldurulmuştu. Bardağın alt kısmında en az üç santim çay tortusu vardı. Yanında ise Erzurum şekeri. Fazla geldiği için, dişlerim ile mecburen bölerek kullandım şekeri. Önümdeki sehpada yerel bir gazete vardı. Gazeteye neresinden başlayacağıma karar veremedim. Normal durumlarda, son sayfadan başlar Trabzonspor ile ilgili haberleri noktasına kadar okurdum. Ama son zamanlarda gelen başarısız sonuçlar, beni o sayfadan uzaklaştırıyordu. “Korkma korkma, sen yine en son sayfadan başla. Alışığız bunlara. Yıkılmayız” diyerek duvarda asılı olan takım posterine çevirdi yüzünü. Dedim ya, içimde zaten bir sıkıntı var. Üzerine bir de Trabzonspor’u konuşacak olursak, berberden sonra benim Sebat Meyhanesine gitmem gerek. “Yok, ben en iyisi ilk sayfayı okuyayım” diyerek, konuyu değiştirdim. İlk sayfanın da spor sayfasından pek bir farkı yoktu ya, en azından içimdeki kuyuya taş atan cinsten değillerdi.

“Buyur bakalım, koltuk senin” cümlesiyle başımı gazeteden kaldırdım ve koltuğa oturdum. “Her zamankinden abi, ne çok ne az, orta şekerli” diyip kendimi onun maharetli ellerine teslim ettim. İçimden inşallah konu Trabzonspor’a gelmez diye de dua ediyorum. Bu yüzden ilk kurşunu ben atayım istedim. “Abi sen Balzac’ı bilir misin” dedim. Dalgın dalgın yüzüme bakarak “Yapıştırıcı mı” dedi bana. “Evet yapıştırıcı, iki insanı birbirine yapıştırıyor, sonra da kimse ayıramıyor” diyerek gülüştük karşılıklı olarak. Sonra sessizliğe büründük ikimiz de. Belki de ben o anda bilmeden sessizlik düğmesine bastım. Ne Halil Abinin elindeki tıraş makinesinin sesini, ne berberdeki televizyonun sesini ne de sokakta geçen insanların sesini duyuyordum artık. Mutlak bir sessizlik hâkimdi.

Ayna da kendime bakarken arkada ki duvarda bulunan uzunca aynadan da biri bana bakıyordu. Sonra o uzunca aynanın içerisindeki adam önündeki aynaya bakıyor ve baktığı aynadan birisinin de ona baktığını görüyordu. Bu sonsuz bir kısır döngüydü. Bu dünya ile ruhlar alemi arasındaki sınırdı bu. Hangisi gerçek, hangisi yalan… Hangisi bu dünya da, hangisi diğer dünya da belirsiz. Görüntüler birbirine karışmıştı. Nietzsche’nin “Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır” sözü geldi aklıma. Bir arayış içerisinde yavaş yavaş kayboluyordum. Tıpkı, oturduğum berber koltuğundan baktığım aynanın beni bir başka ayna içerisinde kaybettiği gibi. Oysa beni öldürmeyen şeyin, beni güçlendirmesi (*) gerekiyordu. Ama böyle olmuyordu.

Aynanın yavaş yavaş karardığını fark ettim. Köşelerinden başlayan karartı bedenimi kaplamış sadece yüzüm gözüküyordu. Biliyordum, birazdan her şey karanlık olacaktı ve ruhlar âlemine açılan pencereden geçerek bir ruh olacağım, bedenim ise iskelet yığını olarak bu koltukta öylece kalacak. Karanlık iyice kaplamıştı aynayı. Güzlerimde ki telaş dışında bir şey gözükmüyordu. Birden yüzümde bir yanma hissettim. Sonra, limon kolonyasının o keskin kokusunu. “Uyudun mu, uyumadın mı anlayamadım. Saçlarını kestim ve yıkadım, sakal tıraşını yaptım. Bütün bunları yaparken gözlerin kapalıydı. Uyuyor muydun” Anlamsız anlamsız Halil Abinin yüzüne baktım. Sonra gülümsedim, limon kolonyası ile daldığım kâbustan beni uyandırdığı için. “Hadi sıhhatler olsun” diyerek, noktayı koydu. Ücreti ödeyip sokağa çıktım. Serin bir rüzgâr gezindi, usturadan arda kalan yüzümde. O zaman anladım ki, aynaya bakan insanların sırrıdır, aynanın arkasındaki sır.

(*) Nietzsche

 

Erkan ERGÜL

YORUMLAR Bu Yazıya Henüz Yorum Yapılmadı.. Belki İlk Yorumu Sen Yapmalısın..

Akçaabat Postası SON DAKİKA: