25 Nisan 2024 Perşembe
0 Yorum Yapıldı Yorum Yaz

Ayak Ucu

9 Nisan 2018
Ayak Ucu

siyah gül ile ilgili görsel sonucu

 

22 yıllık özlemin hikayesidir bu…

 AYAK UCU

Dayım Almanya’dan Türkiye’ye yaz tatiline geldiğinde, genelde kendi evine kapanırdı bir süre. Aradan birkaç gün geçtikten sonra ise, bize yani kız kardeşi olan Annemi ziyarete gelirdi. Dayım baş köşeye oturduktan sonra, hemen yakınındaki bir yere annem otururdu. Bir süre sessizlik kaplardı salonu. Bu sessizliğin ortasında ise annem dayıma olan saygısından ellerini nereye koyacağını şaşırırdı. Çok sevmekten mi, saygıdan mı, bilemedim. Ve hiçbir zaman da öğrenemedim. Hayatım boyunca o kadar çok anahtarım oldu ki, hiç biriyle annemin ruhunun kilidini açmayı başaramadım.

Evin olduğu yere taksiyle vardığımda, ilk gözüme çarpan çevredeki büyük kalabalıkdı. Şaşkın gözlerle etrafımı süzdüğümde, artık çok geç olduğunu fark ettim. Çünkü beni görenler, baş sağlığı için sırayla üzerime doğru gelmekteydi. Oysa o an ihtiyacım olan tek şey, kalabalık içerisinde kaybolmak değildi, kendi içimdeki kuyuda bir süre yalnız kalmaktı. Taktiksel bir hataydı evin önünde inmek biliyorum ve artık kaçınılmazdı insanların teselli sözleriyle kuru bir yaprak gibi savrulmak. Eleştirmiyorum tabi ki, sevilmek, değer görmek güzel hasletler ama yine de insan, ne bileyim kendi kendisinin acısıyla olgunlaşmak istiyor. Belki de ilk buluşma anını bir ritüele dönüştürüp, eşsiz bir resim haline getirmek istiyor usunda. İmkanı var mı bunun? Tabi ki yok…

Uzun uzun teselli edildim, taksiden indiğim yerde. Kendi acısını paylaşarak, acımı dindirmek isteyenler mi ararsınız, sarılıp iki gözü iki çeşme ağlayanlanlar mı, bana uzun ömürler dileyenler mi, Annemin ne kadar iyi insan olduğundan dem vuranlar mı –ki, içlerinden bir kaçının Anneme nasıl eziyet ettiğin bilmesem, neredeyse inanacaktım- … Ne kadar sürdü bu teselli faslı. Bir gün, bir ay, bir yıl… Hissettiğim ise kalın bir rus romanının, okunma süresiydi.

Küçük adımlar ile eve yürümeye başladım. Yürürken, evin duvarının dibinden gitmeye özel bir önem gösteriyordum. Çünkü, benim yürüyerek çıktığım bu yerden, elimden sıkı sıkı tutan Annem ile inmiştim hep çocukken. Avuçlarımda durur hala, son sıcaklığı…

Kapıya geldiğimde ise, dizlerimin bir an titrediğini hissettim. Kolay mı, ayrılırken güle güle diyen o ses, hoş geldin diyemeyecekti bana. Evin içerisinde salona doğru ilerlerken, içeriden gelen mırıldanmaları işittim ilkin. Yaklaştıkça bu mırıldanmaların, dua okuyan kadınların sesi olduğunu anladım. Kapıda belirdiğimde ise, bütün yüzler bana dönmüş ve dua okumayı bırakmışlardı. Çocukluğumda sinemaya giderdik, bütün mahalleli. Filmin en heyecanlı yerinde beyaz perdenin ortasında bir yanma olurdu ve film kopardı. Sonrasında, salon karanlığa bürünürdü. Benim kapıda belirdiğim anda da, film kopmuş ve herkes olduğu yerde donmuştu.

Yüzlerindeki şaşkınlığı okuyamıyordum. Ne oldu, gelmem mi sanıyordunuz? Neden gelmeyeyim ki!!! Bu değildi ama, yüzlerinden okunan. Daha çok, limon ile dilin ilk buluştuğu an da ki o titreme anı gibi bir şeydi bu. Ya da, bir yetime acıma haliydi. “Vah vah vah, yetim de kaldı çocukları. Şimdi annesiz ne yapacaklar ki acaba…” Ne kadar da acımasız bir dünya değil mi? Biraz önce dua okuyan o yürekler, birden acıma duygusuyla yeni yeni cepheler açıyorlardı insanın yüreğinde. Oysa, tebessüm etmek günah değil ki…

Salonun tam ortasındaydı. Dayımın baş köşesine oturduğu salonun yani. Başı camdan taraf da, ayakları ise benim eşiğinde durduğum kapıya doğruydu. Ayaklarıyla aramda yaklaşık, iki metre ya var ya da yoktu. Ama o iki metre öylesine uzaktı ki. Yirmiki yıllık anılar vardı o mesafede. Üstelik pamuk ipliği değil, kordon bağıyla bağlı anılardı hepsi. İçeriye iki adım atınca, kadınlar boş buldukları odalara dağılıp, gözden kayboldular. Yaklaştım, sadece yaklaşabilme eylemini gerçekleştirebiliyordum. Oysa, Akçaabat’a gelene kadar geçen süre zarfında, neler düşünmemiştim ki. Ama düşünmek yetmiyor eylemi gerçekleştirmeye. İnsanın her zaman annesi ölmüyor ki, prova yapsın!!!

Öylece bakıyordum, donuk, soğuk ve sabit. Paslı çivi gibi saplanmıştı bakışlarım. O an kim gelse, yerinden çıkarılamayacak bir çivi gibi. Sol omuzumda bir el hissettim. Salona girdiğimde fark etmediğim kadınlardan birisi, odadan çıkmış ve omuzuma dokunuyordu. Dönüp baktığımda, hemen tanımıştım. Yıllardır her sabah bakkaldan ekmek aldıktan sonra mutfak camımızı tıklatan Semahat Ablaydı. Gözlerinin rengi kaçmıştı ağlamaktan. Dili, lâl olmuştu sanki. Birşeyler söylemek istiyordu ama gücü yetmiyordu. Sadece başımı sallayabildim ona, anladım, ben anladım söyleyeceklerini, yorma kendini abla. Ben güçlüyüm… diyemedim kendisine ama öyle bilsin diye tuttum, hem kendimi, hem de göz yaşlarımı.

Artık öğle namazı yaklaşıyordu. Dışarıda ki kalabalığın sesi salonun içerisine kadar geliyordu. Derken omuzladılar annemi bir gelin gibi. Çıkardılar yirmi yıldır elinde süpürge ile temizlediği evinden. “Durun, son bir kez daha bakayım evime” diyemeden hızlıca çıkardılar onu sokağa. Biri sağ koluma, diğeri sol koluma olmak üzere iki kişi sıkıştırdı beni araya. Onlara da diyemedim, ben suçlu değilim, sadece yetimim. Dimi ama, acı ne kadar büyük olursa olsun, cenazelerde ses yükseltilemez. Hatta, ağlarken bile içine içine ağla, yüksek ses ile ağlarsan günahtır. Bize günah değil mi, erkenden ayrılık acısı yüreğimize nakşedilirken.

Annem önde, biz arkada yürüyorduk son kez bu sokaklarda. Oysa her köşesinde ne anılar vardı bu sokakların. Şurada ki zeytin ağacını görüyormusunuz. Göremezsiniz tabi, ben de göremiyorum. Yol yapacağız diye kestiler onu. Ama yine de siz varmış gibi düşünün. İşte o zeytin ağacının yanında, “gelmeyeceğim” diye ağlamaya başladığımda, durmuş, gözlerime uzun uzun bakmış ve bana “Geleceksin, gelmek zorundasın. Gelmezsen, yarın daha çok ağlayacaksın” demişti. Anlayamamıştım çocuk aklımla ne söylemek istediğini. Yıllar sonra bu cümleyi düşündüğümde ise, ne kadar haklıymış dedim kendi kendime. Bir gece önce diş ağrısından uyuyamayan ben, sırf korku yüzünden dişçiye gitmek istemiyordum. O an gitmesem, yine kabus gibi bir gece geçirebilirdim. Ağlaya ağlaya dişçiye gittim o gün, ağlaya ağlaya çürük dişimi çektirdim, güle güle eve geldim, annemin bana ödül olarak aldığı oyuncak vosvos ile.

Zeytin ağacını geride bırakıp, yürümeye devam ediyordu kalabalık. Ben hala iki koluma girmiş insanların arasında, tutuklu bir vaziyette yürüyordum. Caminin avlusuna girdiğimizde, usulca Annemi indirip musalla taşına koydular. Ve gerisin geri çekilerek, biz aile bireyleriyle baş başa bıraktılar annemi. Durun, gitmeyin, yalnız bırakmayın bizi demek ister gibi geriye baktım ve sonra fark ettim, annem yalnız değildi ki.

O, hiç bir zaman yalnız olmadı ki.

Onun, dünya kadar hayalleri vardı hep, gün içerisinde onu oyalayan. Oyalandıkça, tülbentlere oyalanan.

Onun, dünya kadar hayalleri vardı hep, kucağına alıp seveceği torunlarıyla oyalanan. Oyalandıkça, torunlarını tülbentlerine oyalayan.

Ve her birimizi iğne oyasıyla tülbentlere özenle işlediği ailesi vardı baş ucunda, nasıl yalnız olsun ki, bizimle oyalanmak varken.

Öğle ezanı, cenaze namazı derken Annem tekrar omuzlara alındı. Camiden mezarlığa giderken, o çok sevdiği “Mektebin Bacaları” türküsü söylenseydi, ruhu huzura erermiydi acaba. Sahi, insan yaşarken, öldüğünde ruhu huzura ersin diye, hiç türkü vasiyet eder mi? Eden de vardır, etmeyen de. Nereden geliyor ki şimdi bunlar aklıma. Yoksa aklımı mı yitiriyorum !!!

Mezarlık içinde ilerliyoruz şimdi. Gözüm, mezar taşlarına ilişiyor. Eski tarihli, yeni tarihli ne çok insan var burada, ölerek ölümsüzlüğe yürüyen. Ve de ne çok benim gibi… Düşüncemi tamamlayamadan mahalle imamının sesiyle kendime geldim. Tüy gibi iniyordu annem aydınlıktan, derin bir kanlığa. Son kez  bakıyordum, ya da baktığımı sanıyordum. O kadar hızlı akıyordu ki zaman, durun, durun beni koyun oraya, Annem korkar karanlıktan diyemeden tahtalar yerleştirilmiş, üzerine yığınla toprak  atılmıştı bile. Dua ve ağlama sesleri arasında koydular annemi, o çirkin çukura…

Herkes çekilmişti artık mezarının başından. Yandan bir avuç toprak alıp, son toprağı ben atmak istedim üzerine. Yapamadım… Ne ellerim, ne de yüreğim kabul etti, Annemin üzerine toprak atmaya. Hızlıca ayağa kalkıp, yan mezardan kökleriyle söktüğüm gülü ağlaya ağlaya diktim ayak ucuna, avazım çıktığı kadar galiz küfürler ederek.

Erkan Ergül

20.10.2017

YORUMLAR Bu Yazıya Henüz Yorum Yapılmadı.. Belki İlk Yorumu Sen Yapmalısın..

Akçaabat Postası SON DAKİKA: