17 Nisan 2024 Çarşamba
1 Yorum Yapıldı Yorum Yaz

Devrim İlkokulu

5 Kasım 2016
Devrim İlkokulu

devrim2

Akçaabat’da 1970’li ve hatta 80’li yıllarda deniz kıyısının neresinden bakarsanız bakın, şayet yönünüz Gramba (Nefsi Pulathane) sırtlarına dönük ise, gözünüz tepede ki heybetli bir yapıya takılır. Sinirleriniz beyninize çeşitli sinyaller gönderirken, kalbiniz çaylak bir arkeoloğun heyecanı ve buharlı bir lokomotifin gürültüsü gibi çarpar. Yıllardır aradığınız birşeyi bulmuş gibi heyecanlanırsınız. Çünkü; sizi bugüne bağlayan geçmişinizdir. Yitip gidenlerin ayak izlerine rastlarsınız rum evlerinin arnavut taşlı sokaklarında. Tanıdık bir ayak izi ararsınız, adımlarınızı gözleriniz ile süzerken. Oysa, gördüğünüz her ayak izi, size kalp atışınız kadar yakın ve tanıdıktır.

O tepede gözüken heybetli bina, çocukluğumun hayal gücünü besleyen ve daha sonra benim de ilkokulum olan, eğitim yuvasıdır.

Bu bina, Akçaabat’ın “Pulathane” olduğu zamanlarda, ilçenin en büyük Klisesi olarak hizmet vermiş. Öyle ki, sonradan yıkılan kulesinde çalan çan sesi, bütün ilçeden duyulurmuş. Ve halk, her Pazar klisede toplanıp Pazar Ayinini yaparmış. Ne garip, yıllar sonra o mahallenin çocukları olarak bizler de her Pazar burada toplanıp, bahçesinde dörde dört futbol oynardık, ayin eder gibi.

Çolaklı Mahallesinde ki evimizin odaları da bu ilkokulu görürdü. Kış aylarının sabahlarında camın üzerindeki buğudan dışarısı gözükmezdi. Tülü kenara çekip, dört yaşındaki ben buğu üzerine insan çizmeye çalışırdım. Büyükçe bir daire, sonra daire içine iki nokta ve alta ters bir parantez, oldu sana insan kafası. Benzemiyordu ama yine de benim için insandı o. Zaten, camın buğusuna çizdikleri ile yönlerini belirleyen değerli dostlarım Ekrem Kutlu ve Ali Haydar Özkan, özünde sabah buğusunun ressamlarıdırlar. Hayal kurmamış olsalardı o buğulu camda, bugün tuvallerine o çocukluk hayallerini nasıl yansıtabilirlerdi ki…

Buğulu camdaki resmi elimle silip okula baktığımda, uzun boylu öğrencilerin hemen okulun alt kısmında yer alan küçük bir binaya girdiğini görüyordum. Çocukluk işte, girdikleri bu binayı Ortaokul sanıyordum. Ne zaman aklım şekilleri bir bedene vücut yapmaya başladı, ne zaman bu heybetli binayı yakından gördüm, işte o zaman anladım ki Ortaokul diye bildiğim bu küçük bina aslında, okulun tuvaletiymiş. Okul ise yanında bütün ihtişamıyla duran, başımı yukarıya kaldırdığımda gökyüzünü göremediğim iki katlı bir binaydı.

devrim

Yıl 1978… Ve ben artık tuvalet ile ilkokulu ayırt edecek bir kişi olarak, ilkokul birinci sınıfına gidiyorum. Ahşap bir kapıdan giriyorum okula. Ne kadar büyük diyorum, bizim evin kapısının iki katı büyüklükte. Adımımı içeri attığımda geniş bir boşluk karşılıyor beni. Zeminindeki taşlarda değişik desenler, zihnimde farklı oyunlar çağrıştırıyor. Alt katta ve üst katta sınıflar var. Ve ben 1 inci sınıf diye gösterilen odaya ilerliyorum, küçük adımlar ile.

Üzerimdeki öğrenci önlüğüm siyah naylon kumaştan. Dışarıda hava soğuksa, hele birde kar yağmışsa, ısınmak için bütün arkadaşlarım ile sınıfımızdaki sobanın etrafında toplanıyoruz. Kış mevsiminin bu kadar çekici olduğunu ilkkez o zaman öğrendim. Sobanın sıcaklığına aldanıyor çünkü naylon önlüğüm, bir parçasını sobaya yapıştırarak. Bu sadece benim değil, bütün sınıfın umumi sorunu. Delik deşik bir önlük ile tamamlıyoruz birinci sınıfı ve sadece ikiye geçerek değil, kumaş önlüğü de giyerek sınıf atlıyoruz.

Türküm, doğruyum, çalışkanım… Her sabah andımızı söyleriz, okulun girişinde bulunan o küçük bahçede. Tenefüslerde şen şakrak çocuk çığlıkları. Kapıda ise bizi bekleyen emektar Hasan Paşa. Tenefüsün bittiğini elinde tuttuğu zili sallayarak bize duyururdu. Zilin dili sallarken düşmüşse eğer, elinde ki siyah hortum ile usulca toplarrdı bizi sınıflarımızda.

Okulun hemen arkasında ise büyükçe bir alan vardı. Ekseriyette oyunlarımızı da bu alanda oynardık. Tarihinde binbir anı olan Devrim İlkokulunun bahçesinde, yan yana yatar ölüler. Kilisi olarak yıllar önce hizmet verdiği düşünülecek olursa, okulun baçesinin bir köşesinin mezarlık olması da kaçınılmazdır. Ve zaman zaman da bu alanda kazılar yapardık. Keşke yapmasaydık diyorum şimdi, keşke. Öyle ki; kimse öğretmediğinden bize göğüs kafesinin altında bir kalp olduğunu o zamanlar, ayırdık kemikleri, hem göğsünden, hem de kafesinden.

Bayram günlerindeki güvercin telaşımız, tatlı bir melodi gibidir şuan bile kulaklarımda. Camlara bayrakları çapraz asar, boş kalan yerleri ise grapon kağıtlarıyla süslerdik. Bayram günü sabahı ise, öğretmenler eşliğinde üçerli sıralar halinde, ellerimizde bayraklar, sırtımızda kara önlükler, Akçaabat Hamam Çimenine doğru yola koyulurduk. Sanırım, biz tören yürüyüşünü yokuş aşağıya yapan bir nesiliz. Düz yolda yürüyüş yapmak kolay. Denize kıvrılarak inen Gramba sokaklarının arnavut taşlı yollarında ayaklarınız takılmadan yürümek kolay mı? Ne diyordu öğretmenimiz;

Atatürk ölmedi,
Yüreğimde yaşıyor,
uygarlık savaşında
bayrağı o taşıyor,
her gücü o aşıyor.

Türklüğe güç veren devrimler senin,
Yurduma çizdiğin aydın yol senin,
Gençlik senin,
Sen gençliğinsin,
Ölmedin ölemezsin,
Ölmedin ölemezsin.

sözlerini hep bir ağızdan tekrarlayarak, kahramanlar gibi girerdik Hamam Çimeninde bize ayrılan yere. Sanırdık ki, bütün halk bize bakıyor…

Ve; Devrim diye başladığım bu ilkokulun diplomasında, seksen ihtilali sonrası ismi değiştiğinden
23 Nisan yazıyor.

Anlayacağınız, ben ve arkadaşlarım Devrimi başaramadık…

Erkan ERGÜL

YORUMLAR 1 Yorum Yapıldı.
  • Yıllar sonra bana İdris Kukul hocamı ve Hasan Paşayı hatırlattınız Teşekkürler.
    18 Kasım 2016 00:10

Akçaabat Postası SON DAKİKA: