13 Nisan 2024 Cumartesi
0 Yorum Yapıldı Yorum Yaz

Akçaabat’ın Kayıp Hafızası IV: Yöremizin Yaban Hayatının Sakinleri

29 Ağustos 2017
Akçaabat’ın Kayıp Hafızası IV: Yöremizin Yaban Hayatının Sakinleri

Önceki yazımızda, 1980’lerin ortalarına kadar Akçaabat’ımızın Salari/Velioğlu karyesini düzenli olarak ziyaret eden Kara Akbabalardan söz etmiştim. Şimdi de diğer yaban hayvanları ile yazımıza devam edelim isterseniz.

Sarı Yılan

Bu tür son 20 yıldır hemen hemen Akçaabat’ımızı terketmiştir. Zehirli bir yılandır. Benekli de olur. Pek yakışıklıdır. Yöremizde kahverengi ve siyah yılanlar da vardır ama biz çocuk olarak onlardan pek korkmazdık. Bir tek Sarı Yılan’dan korkardık. Bu yılanlar fındıklıkları pek severdi. Özellikle insan elişi olan ve yöremizde “kaş” olarak adlandırılan yığma taştan set duvarların taşlarının arasında yuva yapmayı tercih ederlerdi.

Hattâ bu yılanlar, yöre türkülerimize ve folklorumuza da girmiştir. Örneğin sevdiği kıza nazîre yapan halk ozanlarımızın dediği gibi:

“Derenin kenarında,

Sarı Yilan’ın foli,

Geldi geçti yanımdan,

Gözleri doli doli…”

Fakat gelin görün ki, yöremizde yoğun tütün ekimi yapıldığı yıllarda (1920-1990) özellikle kesif bir ilaçlamalar yapıldığı için, bu yılanların av sahası oldukça daralmış, avlansalar bile zehirli toprakla temas etmeleri nedeniyle soyları neredeyse tamamen tükenmiştir. On yıllar oldu, daha henüz bir Sarı Yılan gördüğünü söyleyen bir hemşehrimize mahallemizde rastlamadım. Bu hayvanlara en öldürücü darbeyi ise yöremizde görülen ‘patates böceği’ salgını vurmuştur. Bu böceklere de yoğun ilaçlama yapıldığından, bu durum özellikle köstebek avına çıkan Sarı Yılan’ların da sonunu getirmiş ve onları da zehirleyerek ortadan kaldırmıştır. Tahminlerime göre bu Sarı Yılan’lar, ya yukarı soğuk derin ormanların sınırına kadar çekilerek göç etmişler ya da tamamen yok olmuşlardır.

Sincap

Hatırlayanlarınız vardır. Yöremizde bir zamanlar meşe palamutu pek çoktu. Kavlahan da denilirdi. Kutsal sayıldığı için kolay kolay bu ağaçlara ilişilmezdi. İşte bu flora nedeniyle nadir de olsa yöremizde sincaplar yaşıyordu. Hatta denize iki kilometre olan Sarıtaş Mahallemizde bile, örneğin ilkokul öğrencisi olduğum zamanlarda (1980-1985) çıplak gözle görmüştüm bu narin ve çalışkan hayvanları. Ama şu var ki yöremizin sincapları meşe palamudundan çok nedense fındığı daha çok severlerdi. Boyları ve vücûd büyüklükleri ise çok daha küçük olurdu. En son 1984’de kendi tarlamızda fındık toplarken gördüğüm bir anne sincap ve 3 yavrusunu bir daha o günden sonra göremedim. Sanırım sincaplar da artan nüfusla birlikte, fındıklıkların da ilaçlanmaya başlanması nedeniyle mahallemizi terketmiş olmalılar.

Taraklı (Hüdhüd Kuşu)

Geçmiş zaman… Bir ara dinler tarihi üzerine okumalar yaparken konu Yahudiliğe gelmişti. Sayfalar ağır ağır ilerlerken İsrail’in bayrak ve flamaları üzerinde bir kuş resmi görmüştüm. Bu kuş, çocukluğumu süsleyen en güzel kuşun ta kendisiydi. Biz ‘Taraklı’ diyorduk. Bu kuşun tüyleri taranmış gibi enfes bir geometrik düzende olurdu. Tepesinde sorgucu vardı ve başındaki saçlar (tüyler) da sanki taranmış gibi gelirdi çocuk gözlerimize. Demem o ki, başındaki tacı ve tepesindeki kukuletası büyüleyiciydi. Ayrıca nazlı bir uçuşu vardı. Sanki havada kurbağalama yüzermiş gibi uçan bir kuş türü idi.

Taraklım kuşu, modern literatürde İbibik kuşu denilir.  İbibik-Taraklı kuşunun uzunluğu 28 cm. kadardır ve gagası uzun yay biçiminde olup tüyleri turuncu ile kahverengi karışımıdır. Başı sorguçlu olup kısa kanatlı bir kuştur. Bazı illerimiz de Baltalı olarak da bilinir. Çavuş kuşu diyenler de vardır. Arapça da ise Hüdhüd olarak bilinmektedir. Mürg-i Süleyman adı ile bilinen Hüdhüd (Taraklı), Kur’ân-ı Kerim’de kendisine kuş dilinin öğretildiği bilinen Hz. Süleyman’a, Saba Melikesi Belkıs hakkında haberler getirir ve Süleyman’ın tevhide davet mektubunu Belkıs’a ulaştıran kuş olarak bilinir. Yani bu kuşun Yahudilerce kutsal olmasının nedeni, Kur’an’da ve Tevrat’ta geçtiği üzere Hz. Süleyman’ın habercisi olmasıdır.

Taraklılar, ağaçlık ve bağlık yerlerde yaşarlar. Yaşlı ağaç bulunan açık yerlerde, çam ormanı veya yaprağını döken ormanlarda, meyve bahçelerinde ve bağlarda tünerler. Açık ve kimsesiz alanlara da yerleşirler. Her çeşit oyukta yuva yapabilirler. Haşere, böcek, salyangoz ve solucanlar (zizil) ile beslenirler. Küçükken yakalandıklarında insanlara kolay uyum sağlayıp alışabilirler. Ama maalesef bu kuş da yöremizde artık görünmez olmuştur.

Çakal

Mahallemizin çakallarını gülümseyerek hatırlıyorum. Sürüler hâlinde dolaşırlardı. Onların yüzünden çocukların akşam ezanı okunur okunmaz eve dönmesi bir gelenek hâlini almıştı. Çakallar, tavukların belâlı avcısı idi. Kümesler ne kadar fayda edebilir ki? Zaten yokluk yılları, öyle teşekküllü kümesler bulmak nerede. Geceleyin, bu çakalların yüzünden tavuklarımız, evimizin sırtını yaslamış olduğu karayemişlerde uyurlardı. Karayemişler en az beş-altı metre yüksekliğindeydi. Hâlâ bu tavukların uyurken daldan nasıl olup da düşmediklerini çözümleyebilmiş değilim.

Çakalların kızıştığını, kavga ettiklerini veya sabaha kadar uluyarak debelendikleri mekânları özellikle sabahleyin uyanınca anlardık. Çakallar, yöresel olarak ‘Hasil’ dediğimiz, besilik olarak ekilen mısır tarlalarını çok severlerdi. Bu mısırlar sebzelik olarak ekilmez, cılız olurlardı. Sadece koparılarak veya kesilerek hayvanların beslenmesi için kullanılırlardı. Çok sık ekildikleri için çok gelişip boy atamazlardı. Bodur kalırlardı. Bu mısır tarlaları özellikle orta boya varınca, adetâ pamuktan yatak gibi olurlardı. İşte gedikli çakallarımız, bu ‘Hasillikler’de uyumayı ve yatmayı çok ama çok severlerdi. Öyle ki sabahleyin uyandığımızda, evimizin karşı yamacındaki Hasil tarlasının tam ortasındaki 8-10 metrekarelik bir alanı, tamamen yerle bir olmuş ve çökmüş olarak görürdük.

Bazen bu Çakallar bizi uyutmazdı. Daha dün gibi hatırlıyorum da, geceleyin amcam ve babam evin camına çıkarak karşı yamaca doğru karanlığa karavana bol bol Piştof tabanca ile ateş ederlerdi. Böylece mahallemizdeki çakal sürüsü ürkütülerek küstürüldü ve uzaklaştırıldı. Hatırladığım kadarıyla 1983 yılından beri de Sarıtaş mahallemizde bir daha çakal görülmedi.

Zağna (Tatlısu Yengeci)

Şaşırdınız değil mi? Köy yerinde yengeç ne gezer diye! Evet çıplak gözle onları da gördüm. Yaşam yerleri, Dişbudak Tepesi’nin denize çıkan derin ırmağıydı. Bu ırmakta ufak çaplı bir doğal bir havuzcuk oluşmuştu. Kenardan yükselen minik dik kayalıklar ise hem bu gölete duvar hem de yengeçlere yuva doğal bir yuva olmuştu. Bu ırmağa Bekir’in Mustafa’nın ırmağı denilirdi. Vadinin sol yamacına Gulluğun Bayırı derdik. Sağ yamacı ise Dişbudak Tepesi idi. Bu vadi Zorasa/Yaylacık sınırına kadar derin bir yar hâlinde uzanırdı. Bu hat yukarıdan ise Sele Boğazı dediğimiz Şehitlik Tepesine kadar çıkardı. Hâliyle sulak bir vadi idi. Küçük bir akarsuyu vardı. Ancak artan nüfus nedeniyle ve belediye hizmetlerinin o yıllarda henüz yukarı mahallelere ulaşamadığı zamanlar olduğu için hatırladığım kadarıyla bu vadiye 5-6 su kuyusu açıldı. Hem içme ve hem de sulama için kullanılan bu kuyular maalesef sözünü ettiğim derenin can suyunu kesmişti. Ayrıca küresel ısınma ile düzenli yağmurların yöremizi terketmesi neticesinde de bu sözünü ettiğim ırmak şimdilerde maalesef tamamen kurudu. En son ilkokul 4. Sınıfta (1984) çıplak gözle görmüş olduğum bu yengeçler de bu nedenle tamamen ortadan kayboldular.

Sanırım şimdilik bu kadar yeterli.

Gelecek yazımızda görüşmek üzere.

Hoşçakalın.

YORUMLAR Bu Yazıya Henüz Yorum Yapılmadı.. Belki İlk Yorumu Sen Yapmalısın..

Akçaabat Postası SON DAKİKA: